ABDULKERİM EL- CİLİ / İNSAN- I KAMİL / ZAT BAHSİ
Bâb-î evvel Zât Hakkındadır
Ey hakikat tâlibi bil! Mutlak zât, esmâ ve sıfâtın vücûdda değil, belki taayyünde aslı ve müstenedün ileyhi olan şeydir. Her isim yâhud sıfat ki, bir şeye istinâd etmiştir, işte o şey Zât'tır. İsterse Ankâ gibi ma'dûm, isterse mevcûd olsun.
Mevcûd iki türlüdür. Biri mevcûd-ı mahzdır, o da Zât-ı Bârî'den ibârettir; diğeri ademe mülhak olan mevcûddur, bu da zât-ı mahlû- kâttan ibârettir.
Mukaddes ve müteâlî olan Zât-ı Hakk'a gelince: O, kendinin ulu varlığı olan nefsinden ibârettir. Çünkü Zâtullâh, bi-nefsihî kâimdir. Hüviyetiyle esmâ ve sıfâta müstahak olan o Zât'tır. Kendindeki her bir ma'nâ-yı kudsî ile iktizâ eden her sûretle (tasavvur eder) sûretlenir.
Demek istiyorum ki, her na'tının iktizâ ettiği her vasıf ile muttasıf- tır. Kemâlinin iktizâ ettiği her mefhûma delâlet eden her isim, O'nun varlığı için arz-ı istihkâk etmiştir. Tenâhîden müberrâ olmak ve idrâki nefy ile ittisâf, cümle-i kemâlâtındandır. Binâenaleyh bu kemâlâtm idrâk olunamaması ile hükm edilmiştir. O kemâlâtı idrâk eden, kendi zât'ıdır; çünkü kendisinde cehlin vücûdu muhâldir. Bu ma'nâda, âtideki beyitleri söyledim:
Manzumenin Tercümesi:
"Ey sıfatlarının kâffesini cami' olan Allah'ım! haber ver.
Zât'ının kâffesini, mücmel veya mufassal olarak ihâta ettin mi?
Yoksa Zât'ının künhü ihâta olunmaktan âlî olduğu için Zât'ının kiinh-i Zât’mı ihâta edemediğini mi ihâta ettin?
Senin nihâyetin olmaktan seni tenzîh ederim ve senin kendine câhil olmaktan da seni tenzîh ederim.
Âh bu hayret tecelliyâtındaki hayretten âh!"
Ey tâlib-i hakîkat yine bil! Allah Teâlâ hazretlerinin Zât'ı, ahadiy- yet'in gaybıdır. O ahadiyyet bir şeydir ki, onun üstünde vâki' olan ibârâtın kâffesinin vukûu bir cihettendir. O ibârâtm ahadiyyet ma'nâ- sını istîfâ edememesi ise, vücûh-ı kesîredendir. Birçok noktalardan ma'nâsmı istîfâ mümkün olmadığından, ahadiyyet'i îzâha âit ibârâtm kâffesi gayr-i müstevfî bir şekilde vâki' olmuştur. Binâenaleyh aha- diyyet-i zâtiyye ne bir ibârenin mefhûmuyla, ne de bir işâretin ma'lû- miyle idrâk olunabilir; çünkü bir şeyi bilmek, ya ona mutâbık olan bir münâsibi veyâhud ona münâfi olan bir zıddı sebebiyle olur. Halbuki Zât-ı İlâhînin vücûdda ne münâsibi, ne mutâbıkı, ne münâfîsi, ne de zıddı vardır.
Binâenaleyh, ıstüâh nokta-i nazarından onun ma'nâsı için kelâm ve ifâde yoktur. Bunun içindir ki, halk için onu idrâk zarûrî müntefîdir. Zâtullâh hakkında mütekellim olan sâmit, müteharrik, sâkin nâzır, mebhûttür. Ukûl ve efhâmın onu idrâke kudreti pek kalîl ve idrâk ve efkârın Zâtullâh'da cevelânı ecell-i celîldir. Künhüne ilm-i hâdis ve üm-i kadîm taalluk edemez. En küçük ve en büyük ta'rifât onu câmi' olamaz. Tâir-i kuds, bu cevv-i hâlînin fezâsmda uçtu ve bu felek-i âlînin hevâsmda bütün varlığı ile sebâhat etti. Onun için ekvândan gâib oldu. Tahkîk ve ıyân ile, esmâ ve sıfâtı yırttı. Sonra adem avucunda o tâir-i kuds tayarân ile halkalar teşkîl etti. Hudûs ve kıdem mesâfeleri- ni kat' etti. Vücûdullâhın vâcib olup, câizüT-vücûd olmadığını ve mefkûdun gâib olmadığım da anladı.
Tâir-i mezkûr, âlem-i masnûa rücû' murâd edince, kendisinde bir alâmetin husûlünü istedi. O güvercinin kanadı üzerine şu sûretle ya- züdı:
"Ey zât ve isim ve zil ve resim ve rûh ve cisim ve vasıf ve na't ve vesem (alâmet) olmayan tılsım! Vücûd ve adem senin içindir. Hudûs
ve kıdem de şenindir. Zâtın için ma'dûm, nefsinde mevcûdsun; na'tınla ma'lûm, cinsinle mefkûdsun. Ke-enne sen, ancak mi'yâr olarak yaratıldın; gûya sen ahbârdan ibâretsin. Sarîh lügât ile zâtından bürhân ve delil göster! Ben seni Hayy, Âlim, Mürîd, Kâdir, Mütekellim, Semi', Basîr olarak buldum. Sen cemâli muhtevi, celâli hâizsin. Nefsinle envâ'-ı kemâli istîâb etmişsin. Senden başka mevcûdu isbât tasavvur ettiğim zaman, başka hiçbir mevcûd bulmuyorum. Senin her güzelliğin fevkinde olan güzelliğin, etemmü'l-etemdir.
Bu tafsilden sonra bu sözlerle muhâtab olan o tılsımdır. Belki benim, belki sensin.
Ey tılsım! Seni, ma'dûm olduğun yerde mevcûd bulduk.
[Yâhud "Bâlâdaki evsâf-ı ademiyyesinden dolayı ma'dûm zanno- lunan tılsımı, sondaki ta'bîr-i muhtasarda bulduk" demektir.]
Kaside:
"Bu tılsımı idrâk noktaları pek dakîkdir;
Alemleri gaybdadır, tehlikeleri azimdir,
Kılıçları insanı kımıldatmadan öldürür.
Göz onu görmez, hudûd onu ihâta edemez;
Vasıf o mevsûfu ihzâr edemez.
Böyle olan şeye kim nedim olabilir?
İbareler kâsır, işâretler zâyi';
Bununla müsâdeme eden kalbin erkânı yıkılmıştır.
Âlîdir, felek değil; rûhdur, melek değil;
Melikdir, mülkü vardır;
Buna mahrem olanlar pek nâdirü'l-viicûddur.
Gözdür, basar değil; ilimdir, haber değil; fiildir, eser değil.
Alemleri gaybdadır,
Felek üzerinde kutubdur;
Nücûm yollarını tenvir eden güneştir.
Ziikâklarda tâvûsdur; intizâm~i zînetleri aşikârdır.
Yazılmış erımûzecdir; ıstılah ile sâridir.
Kevnî vücûddan ârîdir.
Rûhum onun âlemleridir.
Renkli bûkalemûndur.
Tekvîn ve tezyin edilmiş masnû' incidir.
Tedvin edilmiş nefes, ya'nî hayâttır.
Kanı, dâimü'l-cereyân olan Ölüdür.
Zâtı, rnücerreâdir, na'tı miiferreddir.
Ya’nî esvât~ı latîfe ile terennüm edilmiştir.
Alâmetleri serd edilmiştir.
Onu yazan okuyabilir; mahz-i vücûd onundur.
Nefy de, kendine şâmildir.
Sıfâtımn zâhir olduğu günden beri bilinir ve bilinmez.
Nefydir, aynı zamanda isbâttır. •
Seîbdir, aynı zamanda îcâbdır.
Remzdir, aynı zamanda hail edilmiştir.
Güzel kokuyu toplayan ve yayan odur.
Onu idrâke tama' etme!
Harîmd haremine mülâkî olamazsın.
Vtinâm etmek istiyorsan, söylediklerim ganimettir.
Ankâ-yı mağribdir.
Bununla murâd sensin!
Kendine mülâyim olan şeylerden teşbîhli tenzilidir.
Cûş ve hurûşu ziyâde olan dalgalardır.
Muhâtaralı olan denizdir.
Ateştir; alevi ziyâde, alevi tezyîd eden aşkındır.
Mechûldür, fakat tavsîf edildi.
Ma'rife olan nekredir.
Ülfet etmiş vahşîdir, kalb ile müsâlemeti vardır.
Eğer "biliyorsun" desem, ma'rifette i'tidâle riâyet edemezsin.
''Bilmiyorsun'’ desem, halbuki sen onu biliyorsun.
Benim sırrım, onun hüviyetidir.
Ruhum enniyetidir.
Kalbim onun kürsî-i zînetidir.
Cismim onun hadimidir.
Ben onu taakkul ediyorum.
Bununla beraber ona karşı câhilim.
Onu kim elde edebilir?
Meâliyâtı, ganimetleri insanı men' etmiştir.
Âlî olur, onu ketm ederim.
Yaklaşır, onu anlarım.
O kalbimi doldurur, ben onu yazarım.
Bunu idrâk eden, senin fikrine azamet ilkâ eder.
Onu tenzîh ettim, mücerred oldu;
teşbîh ettim, eşyaya sârî oldu.
Tecsîm ettim, mukâvemet edemediğim eşyâ ârız oldu.
Yaklaştırmak istedim imtinâ' etti.
Mehâsini nehb ve gâret eyledi.
Ona ancak intisâb ile mülâkî olabilirsin.
Rûhu sarsan şeyler kirpUderindedir.
Sicili yanaklarındadır, ateşi alevlidir.
Sürmesi göz kapaklarındadır.
Kapaklarının kirpiği sinân-ı te'sîrdir.
Tükrüğünde bal vardır.
Boyu fidan şeklindedir.
Kıvırcık saçları salınmıştır;
Dişlerinin revnağı zâlimdir.
Bilekleri nakış ile esmerdir.
Saçları siyâhdır.
Letâfet-i bedendeki çirkinlikleri beyazdır.
Emilecek dudakları, kırmızıdır.
Atf-ı nazarları sihirdir.
Letâifi vehimdir.
Bu hallerine hayret zarûrîdir.
Mechûldür, vasf edildi; menkûrdür, bilindi; vahşîdir, ülfet edildi.
Kalbim onunla mükâleme eder.
Yırtmak san'atıdır; öldürmek hasletidir; hicran zînetidir.
Lezâizi acılıkla doludur.
Mürekkebdir, basît oldu; mukayyeddir, çözüldü;
Sûrettir, bilmeceli; *
Zulmetleri mahz-ı nûrdur.
Arazın cevheri değil, marazın sıhhati değil.
Oktur, hedefi de odur. Bu okla taksîm yapanlar hayrette kalmıştır.
Ferddir, adedi çok; cem'dir, neferi yok.
Önümüz ve arkamız hepsi onun âlemidir.
Cehildir, ilim de o;
Harbdir, sulh da o;
Adâlettir, zulüm de o.
Mühlikâtı kabarmıştır.
Ağlatır, ferah verir; sarhoş eder, ayıklık verir;
Sudan kurtarır, suya gark eder.
Onunla muhakeme olmak isterim.
Ba'zan benimle mülâabe eder, ba'zan sohbet eder.
Ba'zan yabana olur, ba'zan benimle mükâleme eder.
Ba'zan dostluk gösterir, ba'zan vuslat gösterir;
Ba'zan benimle muhâsama ve muhakeme olmak için karşıma geçer.
Eğer ferahlandı desem, gazablı olarak görünür;
Muzdarib oldu desem, metânetleri buna münâfîdir.
Vahşîdir, ülfet etmedi; mechûldür, bilinmedi; zâttır, vasf edilmedi.
Düstûrları gayet ulvîdir.
Güneştir parladı; berkdir iltimâ’ gösterdi; güvercindir, terennüm etti.
O hammâmeler benim fevkımdedir.
İki zıd kendisinde içtimâ' etti.
Bununla berâber bu içtimâ'da mümteni' olmadı.
Kaynaktır kaynadı; dalgaları heyecanlandı.
Tadan için zehirdir; koklayan için miskdir.
İçinde müstağrak olanların alâmetini de gâib eden denizdir."
Sonra o yeşil kuşun kanatlan üzerine kibrît-i ahmer mürekkebi kalemiyle âtideki sözler yasıldı:
"Azamet ateştir; ilim sudur; kuvvetler havâdır; hikmet topraktır. Bunlar öyle anâsırdır ki, cevher-i ferdimiz bunlarla tahakkuk eder ve o cevherin iki arazı vardır: Biri ezel, biri ebed. İki sıfatı vardır: Biri Hak, biri halk. İki na'tı vardır: Biri kıdem, biri hudûs. İki ismi vardır: Biri Rab, biri abd. İki ciheti vardır: Biri zâhir, ya'nî dünyâ, biri bâtın, ya'nî âhiret. İki hükmü vardır: Biri vücûb, biri imkân. İki i'tibârı vardır: Birincisi nefsi için mefkûd, gayri için mevcûd olmak; İkincisi gayri için mefkûd, nefsi için mevcûd olmak.
O cevher, ma'rifette iki türlüdür: Biri evvelâ vücûbiyeti, sonra sel- biyeti; İkincisi evvelâ selbiyeti, sonra vücûbiyeti. O cevher için bir nokta vardır: o noktayı fehmin galatâtı, ibârelerin o noktadan inhirâ- fâtı, işâretlerin o noktanm ma'nâsmdan insırâfâtı vardır. Ya'nî gerek ibâre, gerek işâret, o noktayı îzâha gayr-i kâfîdir.
Ey kuş! Başkasının okuması câiz olmayan bu kitâbı muhâfazada son derecede ihtiyât et. Tayr-ı mezkûr o feleklerde, memâtta hayât
içinde, helakte bakâ içinde olarak cevelân etti. Nihayette leff ettiği kanatlarını açtı; yumduğu gözünü keşf etti. Bu hâlet içinde nefsinden çıkmadığını, cinsinin gayrisine gitmediğini buldu, bildi. Denizden hâriç olarak denize dâhil oldu. O denizin hem "reyyân"ı, hem "atşân"ı oldu. Hiçbir şey söylemedi ve o denizden hiçbir şey gâib etmedi. Ke- mâl-i mutlakı, nefsinden ve zâtmdan ibâret olduğunu sûret-i muhak- kakada buldu. Maamâfîh, onun sıfâtından hiç bir sıfatın tamâmına da mâlik olmadı.
Esmâ, zât ve sıfâta hakkıyla muttasıf olduğu halde, ittifâk ve ihtilâf hükümlerinde kendisini zabt edecek bir zimâmı da bulunmadı. Sı- fâtıyla kemâl-i temkin üzerine tasarrufa kâdir olduğu halde, kemâlini ta'yînde bir şeye de mâlik olamadı.
Tayr-ı mezkûrun mahallinde ve âleminde kemâl-i cevelânı vardır. Maamâfîh cevelânı da, menâzil ve avâlime münhasırdır. Bedrinin kemâlini nefsinde muhakkak olarak görür; bununla berâber şemsinin kü- sûfunu men'e muktedir olamaz. Ârifi olduğu şeyin hem ârifi, hem câhilidir. Mahallinden başka yere rihlet eder, halbuki mahallinde vâkıftır. Lisansız kelâm kendisi için hem câiz, hem gayr-i câizdir. İrfânmda istikâmet vardır; halel ve zelel yoktur. Âlem içinde irfâna en evvel dâhil olan odur. Beyân i'tibâriyle o irfândan en uzak olan yine odur.
Sâhasmda nâsa nisbetle en uzak olan o olduğu gibi, o sâhaya en yakın olan da odur. Kelâmı okunmaz, ma'nâsı anlaşılmaz ve bilinmez; kelâmındaki harf üstünde bir nokta-i vehmiyye vardır. Dâire onun üstünde deverân eder. O noktanm kendi zâtında bir âlemi vardır. O âlem, dâire-i müstedîre hey'eti üzerindedir. Mezkûr noktanın üstü yine o dâireden bir noktadır. O dâire de o noktanm hey'et-i eczâsmdan bir cüzdür. Dâirenin hepsi, o noktanın besâtatı etrâfmdan bir taraftadır. O nokta nefsi i'tibâriyle basit, hey'eti i'tibâriyle mürekkeptir.
Zâtı cihetinden ferddir; vasfı i'tibâriyle nûrdur. îlmin onun üzerine tamâm-i vukûu olmadığından, zulmettir.
Bu bâlâdaki sözlerin hiç birisi, Zât-ı Müteâl'in hakikati üzerine vâki' değildir.
Zât-ı Müteâl'de lisanlar ebkemdir; zamân onu ihâtadan mahsûr- dur. Allah azîmü'ş-şân, âlî, refî'us-sultân ve azîzü'd-deyyândır.
Beyitler:
"Hind'in mahallesindeki hanelerin eşikleri mematla mebnî olduğundan, kimse yanaşamaz.
O mahallenin mekâneti, şan ve şerefi âlî, kapılarının derecesi yüksektir.
O mahallenin alt tarafında boyunlar vurulur ve halkın kâdir olamadığı şeyler yapılır.
O mahalle cihetinden bir rüzgâr eserse, ya'nî muhâceme vukû' bulursa, akılları selb ve kalbleri dehşete ilkâ eder."

Yorumlar
Yorum Gönder